Resmi yeni pencerede aç
Zamanımızın en büyük İslâm âlimlerinden mutasavvıf şeyh Ken'an Rifâî Hazretleri'ni size tanıtmaya çalışacağım. Onun önderliğini yaptığı iman anlayışı, günümüz insanlığının, bulmakta zorluk çektiği, ancak sosyal barışın sağlayabildiği hoşgörülü ve ahenkli bir yaşam için, bir çözüm getirmiştir. Günümüzde insanlık maddî ve manevî sorunlarla bunalmaktadır. Daha mutlu ve müreffeh bir hayat sürebilmek için, çözüm aramakta ve olaylar karşısında cesareti kırılmakta ümitsizliğe kapılmaktadır. Ben bu ortam ve durum içinde, konumu bir tesadüf eseri seçmedim.
Ken'an Rifâî insan tabiatını çok iyi biliyordu, insanların ve cemiyetlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin barış ve hoşgörü içinde, nasıl olması gerektiğini bilen üstün bir yetenek ve kişiliğe sahipti. Manevî hayatımızı aydınlatacak, ruhumuzu yüceltecek, imanımızı kuvvetlendirecek onun gibi bir öndere karşı özlem günümüzde olduğu kadar hiçbir dönem bu ölçüde hissedilmemiştir. Şayet insanlık kurtuluşa ermek, gerçeği bulmak ve dengeli bir yaşama kavuşmak istiyorsa bütün fanatik (bağnaz) duygulardan arınmış, saf ve temiz, sevgi dolu bir imana sahip olmalıdır. Ortak değerlerin olmadığı sosyal guruplarda, güvensizliği izleyen bir kriz ve çöküş er geç ortaya çıkacaktır. Halbuki insanları birbirine sevdirecek ortak değerlerin (sembollerin) olması birleştirici bir rol oynayacaktır. Dolayısıyla kalıcı bir barışın sağlanması isteniyorsa, erkek ve kadın olarak hep birlikte bizi birbirimize dost ve yakın olmayı mümkün kılacak ortak değerleri aramalıyız.
Ken'an Rifâî Hazretleri'nin sahip olduğu bu değerler, insan cemiyetlerinin ilerlemesi ve huzur içinde yaşamaları gayesine hizmet ediyordu. Bu değerlere bağlı kalan topluluklar kendi yaşam tarzlarını, kurallarını belirler, cemiyet hayatının ilerlemesini, gelişmesi ve devamlılığını sağlarlar. Topluma ışık tutan ve sayıca çok olan bu değerler doğrultusunda, bu eşsiz şahsiyetlerin öngördüğü sistem sıradan insanlar gibi bir hayat sürmek değil, başkalarının örnek olarak alacakları sevgi dolu en ideal bir yaşam tarzı sergilemek idi. İşte Şeyh Ken'an Rifâî'nin gayesi, günümüz insanını böylece karşılıksız bir sevgi seli içinde birleştirmek olmuştur.
Size sunmak istediğim bu kısa biyografi ile sıradan bir yaşam sürmemiş olan, insanlığın geleceğini düşünenler için örnek alınması gereken bir şahsiyeti tanıtacağım. Böylesine saygıdeğer bir şahsı tanıtmak, onun temsil ettiği sosyal kütlenin de bilinmesi anlaşılması ve tanınmasına yardım edecektir.
Ken'an Rifâî kimdi? Yapmak istediği ve misyonu ne idi? Neleri başardı? Şimdi, kısaca bu üç soruyu cevaplamaya çalışacağım.
İlk soruyu yanıtlayabilmek için onun şahsiyetinin üç ana özelliğini bilmek gerekir. Her şeyden önce büyük bir din âlimi, sonra mükemmel bir düşünür ve sonuç olarak da ruhanî bir lider (mürşid) ve rehberdi. Bu üç özellik Ken'an Rifâî'nin şahsiyetinde birleşmiş bulunuyordu. Onu tanımak için şahsiyetinde toplanan bu üç özelliğe bakmak gerekir. Mistik dünyasının görüşlerini ve öğretisini aklıyla birleştirmesi sebebiyle karşımıza yalnız bir din adamı olarak değil, fakat aynı zamanda bir aksiyon adamı ve insanlık şampiyonu olarak çıkar.
Bu büyük adamın biyografisini tanıtırken sadece hayatının kronolojik olaylarını ana hatlarıyla vermek yeterli olmayacaktır. Onun, kişiliğini, gâyesini ve gerçek hayat hikâyesini sunmadan önce , kronolojik olayların gerisindeki etkenleri ve iç faktörleri bilmek gerekir.
Bu büyük adamın, yapmak istedikleri, ahlâkî yönü ve yaptıkları onun iç dünyasından (manevî yönüyle) algılanabilir. Dolayısıyla Ken'an Rifâî'nin hayatını incelerken, ayrıntılara gizlenmiş temel prensiplerin ipuçlarını da gözden kaçırmamalıyız.
Bu yenilikçi ve müstesna şahsın hayatına iç ve dış dünyası olarak iki ayrı açıdan bakabiliriz.
Yaşantısının dıştan görüntüsü: Şöhret olmak istemiyordu. Diğer taraftan tarihe geçmiş efsanevî bir kahraman da değildi. Hali vakti iyi durumda olan tanınmış eski bir aileden geliyordu. Onu 1885 de Galatasaray Sultanîsi'ni bitirirken görüyoruz. Galatasaray Sultanîsi onun devrinin en ileri eğitim kurumlarından biri idi. Bu kurumda o devrin önemli doğu ve batı dilleri öğretiliyordu. Kendisine meslek olarak, iyi bir gelecek vaat eden ve maddî menfaat sağlayacak olan imkânları teperek, kutsal saydığı öğretmenliği seçti. Öğretmenliğe hayatının son günlerine kadar devam etti. Yıllar sonra onun kutsal saydığı bu meslekten emekli olmayı reddettiğine şahit oluyoruz. Sadece bir şair, müzisyen ve harika bir sese sahip olmakla kalmıyor, bir yazar olarak da kendisini kanıtlıyordu. On bir çalışmasından yedisi yayınlanmıştır. Mesleğiyle ilgili olarak bir çok araştırma ve makaleler yazmıştır. Buna rağmen kendisinin şöhret olmak gibi bir isteği yoktu. Aksine gerek sanat ve düşünce alanında ve gerekse öğretim kariyerinde yüksek mevkilere gelmekten kaçındı.
Ken'an Rifâî, hayranlık uyandıran müstesna (seçkin) kişiliğini, çevresindeki insanlardan saklama konusunda kalıtımsal bir yeteneğe sahipti. Yaşadığı devrin sosyal hayatını düşündüğümüzde onun bu konudaki tercih nedenini kolaylıkla bulabiliriz. Dünya görüşünü, fikirlerini ve felsefî düşüncelerini belirtirken, yaşadığı devrin şartları onu her seviyedeki insana hitap edecek şekilde bu bilgilerin dozajını da iyi ayarlamaya mecbur ediyordu. Ayrıca gerçeklerin veya manâlarının, benzetme ve teşbih yoluyla örtülü bir tarzda söylenmesi gerekiyordu. Keşmekeş ve düzensizliğin yaşandığı, yapılan her şeyde yetersizlik ve verimsizliğin kabûl gördüğü o devirde yaratıcı zekâlar ve düşünen kafalar görüş ve düşüncelerinin yanlış anlaşılması yüzünden cezalandırılma endişesi taşıyorlardı. Gerçek kişiliğinin bu şekilde dış çevreden gizlenmesi, onun ruhsal gelişmesini engellememiş ve üstlendiği görevi yerine getirmesinde bir mahzur teşkil etmemiştir.
Onun ruh dünyasını oluşturan iki kuvvetli şahsiyet bulunuyordu. Bunlar; annesi ve mürşidi idi.
Ken'an Rifâî'nin hayatını renklendiren ve ona canlılık kazandıran diğer bir öğe de, annesine karşı hissettiği derûnî bir sevgidir. Annesi Hatice Cenan Hanım da kendisi gibi bir sevgi odağı idi. O da hayatında insanlara hep iyiyi güzeli ve doğruyu gösterdi.
Annesinin konuşmayı anladığı ilk günden itibaren oğluna öğrettiği ve oğlunun ruhsal gelişmesini sağlayan hayat felsefesi: "İnsanları seveceksin, gönlün bitmez tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgi hazinesiyle dolu olmalıdır. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaratılmışları da, içinden gelen, aynı bitmez tükenmez sevgiyle sevmelisin. İnsanları sevmenin yanında, onlarla dost olmalı, onlara yakın ve merhametli davranmalı, kendini onlar yerine koyarak başarılarından sevinç duymalı ve başarısızlıklarına da üzülmelisin. Onlarla kendini o şekilde birleştirmelisin ki onların doğumlarına sevinmeli ölümlerine de acı duymalısın. Misyonun, insanlığı herkesçe bilinmesi gereken aynı hedefe yönlendirmek olmalıdır. Bunun da en kestirme, en tesirli ve en güzel yolu sevgi yoludur. İnsanlar için duyulan bu sınırsız sevgi ile insanlık barış ve huzura kavuşabilir. Ancak bu yolla kemâle ulaşılır. Bu âlemden ilahî âleme ulaşabilir, en sonunda da Allah'ı bulabilirsin.
Annesinin tavsiyeleri ve yönlendirmesi sadece teoride kalmıyordu. O, Ken'an Rifâî'nin tüm hayatına şekil vermiş, onun şahsiyetinin teşekkülünde büyük rol oynamıştır. Annesi her devirde hasret duyulan evliyadan biri idi.
Annesinden sonra, Ken'an Rifâî'nin ruh terbiyesinin ve eğitiminin tamamlanmasını, öğretmeni ve Mürşidi Filibeli Ethem Efendi üstlenmiştir. Böylece genç derviş Ken'an Rifâî, genç yaşında manevî dereceler kazanmış, diğer taraftan da tayin edildiği çeşitli okul ve eğitim müdürlüklerinde bulunmuştur. Bu esnada mistik açıdan "savaştan büyük" olarak görülen nefis mücadelesinden de galip çıkmış, genç bir derviş olarak kendi iç dünyasında da barış ve âhenk dolu bir huzura kavuşmuştur. Onun önce kendisiyle sonrada herkesle ve her şeyle barışık olmasını ve yaratılmışla olan ilişkilerindeki barış ve âhengi hiçbir kimse bozamadı. Maarif camiasındaki öğretmenliği ve eğiticiliği yanında saf bir sevgi ateşiyle dolu olarak, iyi huyun ve ahlâkın da en mükemmel bir örneği ve rehberi idi.
Ethem Efendi belki de onu irşat için hususî olarak gönderilmiş veya görevlendirilmiş, fakat gerçek kimliği yalnızca Ken'an Rifâî ve annesine aşikâr olan bir mürşid idi.
Burada birkaç kelime ile mürşid ve müridin ne olduğunu açıklamak gerekir. Mürid ve Mürşid ilişkisinin doğu aleminde kökü, çok eskilere dayanır. Bu ilişkinin nasıl olduğu pek bilinmez. Mürşid, irşat eden hoca, mürid de onun talebesi veya dervişidir. Mürid kendisini hocasına tam anlamıyla teslim eder. Bu teslimiyette talebe geçmişte beslediği tüm düşünce ve inançlarını bırakmalıdır. Mürid daha önce yaşamış olduğu hayat tarzını terk eder, alışkanlıklarını bırakır, tutkularından vazgeçer. Bu tam anlamıyla Mürşidine teslimiyettir, onun buyruklarına itaat etmek gerekir. Zamanımızın sadece kendisini düşünen ferdiyetçi zihniyeti ile bunu kavramak zordur. Çünkü herkes kendi içinde bağımsız bir dünya arzular. Cemiyet içinde mürşidin odaklaşmış bir şahsiyeti vardır. Onun bütün amelleri çevresindekilerle ve kendiyle olan muamele ve ilişkisi müride bir örnek teşkil eder. Mürşid zahirde görünen nefsin arzuladığı cezb edici şeylerle insanları kendisine bağlamaz. Onun sesi de dışardan duyulmaz. O huzuruna gelen kişiyle kalp sesiyle (ruhuyla) konuşur. Müridin kendisini ve Allah'ını bulabilmesi ancak Mürşidinin bu sesini ne derece bir hassaslıkla algıladığına bağlıdır. Kalp gözünün açıklık derecesine göre, Mürşidiyle bağlantı kurar. Aslında Mürşidin şahsî bir kimliği yoktur, benliği terk etmiştir. Bütün güzel ahlâk değerlerini kendinde toplamıştır.
Mürşidi incitmek demek, kendini incitmek demektir. Ona uymamakla insan kendine zarar verir. Diğer bir deyişle mürşid kalbimize ve ruhumuza devamlı olarak hükmeden insan ile özdeşleşmiş bir (prensip) kavramdır.
Ken'an Rifâî ile Mürşidi arasındaki ilişki de yukarıda belirtilen böyle bir anlayış ile izah edilebilir. Aynı ilişki daha sonraki yıllarda kendisi ile müridleri arasında da vardı. Doğuda bu çeşit mürşid ile mürid ilişkisinin kökü eskilere dayanır. Büyük mistik şair Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ve onun mürşidi Şemsi Tebrizî, kezâ Fatih Sultan Mehmet ile onun hocası şeyh Akşemseddin'de de bu tip ilişkiyi görürüz.
Mürşid ile mürid kavramlarını açıkladıktan sonra, "Ken'an Rifâî kimdi ve onun yapmak istediği ve misyonu ne idi?" sorusuna dönelim.
Başlarda onun şahsiyetinin üç ana özelliğinden bahsetmiştik. Bunlar; Büyük bir mutasavvıf, düşünür, ve mürebbî oluşu idi. Ken'an Rifâî'nin mistik anlayışının çarpıcı özelliği, kendisini belli bir metafiziksel sistemle sınırlamamış olmasıdır.
O, tasavvufu İmam'ı-Gazalî'nin yaptığı gibi sadece ahlakî prensipler çerçevesinde algılamamıştır. Diğer taraftan da Muhiddin'i Arabî gibi sadece “vahdet-i vücut” ile kendini sınırlamadığı gibi, Mevlânâ da görülen büyük bir şevk içinde trans haline gelme ile de kendini sınırlamamıştır. Öyle istese de olamazdı, çünkü O, devrinin, yirminci yüzyılın adamıydı. Yaşadığı devrin icaplarına göre hareket etmeyi yeğledi. Onun tasavvuf anlayışı bu üç düşünceyi de içine alıyordu.
O bugünün talebelerine düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: "Benim üç adet gözlüğüm var. Bir tanesini yakındaki objeleri görmek için, diğerini uzaktakileri görmek için, üçüncüsünü ise hem yakın hem de uzaktakileri görmek için kullanırım. Üçüncü gözlüğümün camları hem yakın, hem de uzak cisimler içindir. Şayet yakın mesafe gözlüğümü uzaktaki cisimler için kullanırsam başım döner. Eğer uzak mesafe gözlüğümü yakın mesafedekiler için takarsam bu defa cisimler net görünmez.
Fakat üçüncü tip gözlük farklıdır. Hem yakın hem de uzak iyi görünür. Neticede şu sonuca vardım; Sadece bu dünyayı görmek isteyenler, yani bu dünyada mevcut şeylerin şeklini ve cinsini görmek isteyenler, diğer dünyayı göremezler. Diğer taraftan sadece öbür dünyayı görmek isteyenler de bu dünyayı göremezler. Bundan dolayı bir kimsenin ruh gözünün gözlüğü öyle olmalıdır ki dış dünyaya bakan gözü onun ruh dünyasını görmesine engel olmamalıdır. Diğer taraftan ruh dünyasını gören gözü de bu dünyadaki cisimleri net göstermelidir.
Ken'an Rifâî'nin tasavvuf anlayışına göre, insan ruhu manevî kirlerinden temizlenmiş olmalıdır. Ancak bu durumda insan, diğer yaratılmışlarla olan ilişkisini, kâinattaki kendi yerini daha iyi idrak eder, gerçekle yüz yüze gelir. Bu gerçekle olan temas gerçeği bilmemize ve bulmamıza yardımcı olur. Bu, insanla başlayan ve insanda tam anlamıyla kemâle eren bir idrak ve düşünceler zinciri ve kendi içinde (bizatihi) yaşanan bir hayat tecrübesidir. Tasavvuf dinle devamlı bir aradadır, çünkü din, tasavvufun açıklamaları, tercüme ve yardımına muhtaçtır. Mutasavvıf da tasavvuf anlayışının ışığında hayatını, her şey ve herkesle âhenkli bir denge kurarak, sevginin de kâinatın en lüzumlu bir gerçeği olduğunun bilinci içinde sürdürür.
Ken'an Rifâî tasavvufun tarifini yapmaktan kaçınmıştır. Fakat O, gerçek bir mutasavvıf idi ve gerçek ve mükemmel bir mutasavvıf olarak yaşadı.
Onun gözünde kâinat insanla bir mânâ kazanmıştır. Mevlânâ'nın dediği gibi; "Allah'ın evi (Kâbe), Allah'ın evi olalı beri Allah onun içinde yaşamıyor, fakat benim kalbimin köşkünde, Allah'dan başka hiçbir şey yaşamaz." Tasavvuf, bu gerçeği sadece idrak etmekle bilinmez, bunu hayata tatbik etmekle, bizzat bu olguyu yaşamakla bilinir.
Ken'an Rifâî, insanları, diğer varlıkları ve bütün yaratılmışları birlik içinde bir çokluk, fakat aynı zamanda kaynağı aynı olan bir bütünün parçaları olarak görmüştür. Birlik içinde tek bir kütle gibidirler. Bu yaratılmışların her biri farklı özellik taşımasına rağmen, bu bütün içinde ayrı ayrı fonksiyonları vardır, fakat bütünü tamamlayan bir birlik içindedirler. Böylece kâinatın düzeninin korunması ve devamında her birinin hayatî önemi vardır. Bütünü teşkil eden bütün varlıklar ve yaratılmışlar, bu düzen içinde farklı görevlerinden ve gayelerinden dolayı evrensel bir senfoni oluştururlar. Her bir atom farklı yapı, şekil ve yönlerinden dolayı bu değişmeyen düzen içinde yerini alır. Yaratılan her varlığın fonksiyonu, gerçekte bu senfoninin gâyesidir. Kendisini ve her varlığı tevhid kanununun bir âleti ve manâsı olarak görmüştür. Ken'an Rifâî bu tevhid (birlik) prensibine bağlı kaldı. Bu prensibi şuurlu bir şekilde kendi hayatına tatbik etti. Böylece, yaşayarak bu gerçeğin ortaya çıkması için aktif olarak hizmet etmiştir.
Şimdi onu şu konuşmayı yaparken duyuyoruz: Bir gün talebelerinden birisi kendisine şu soruyu sordu "Tasavvuf nedir?" Bu soruya verdiği mânidar cevap şu oldu: "Kimseyi incitmemek ve kimse tarafından da incinmemektir." Bu kısa cevap talebeyi ilk anda memnun etmedi. Fakat Mürşidi bu tanımlamada ısrar ederek, "İyice düşün. Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkiye esas olan prensip yani bütün felsefe, bu cümlenin mânâsında gizlidir." dedikten sonra ilâve olarak şu açıklamayı yaptı: "Allah'ın gizli ve aşikâr bir şekilde olmasını istediği bütün işler, iyi ameller, söz, ve mânânın insanda tecelli ettiğini biliniz. Böylece, Allah'ın rahmeti, iyiliği, merhameti, diğer taraftan azâbı ve gazabı insana yine insan vasıtasıyla gelir. Bundan dolayı bütün ilişkilerinizde başkaları ile değil, aslında Allah ile ilişkide bulunuyorsunuz. Bu gerçeği bildiğinizde kimi incitebilir ve kimin tarafından incinebilirsiniz? Biz, Allah'ın gizli ve aşikâr olarak yapmak istediği işlere bir vasıta oluruz. Bir çok defa insan Allah'ın bu işlerini kendi yaptı sanır. Halbuki bu işler bize geçici ve emanet olarak verilmiştir. Bundan dolayı peygamberimiz Hazreti Muhammed Hadis-i şeriflerinde: "Kendini bilen kişi, Allah'ını da bilir", demiş ve bunu bir prensip olarak öğretmiştir.
Ken'an Rifâî, bu dünyadaki bütün ilişkilerinin Allah'la olduğunu biliyordu. O her şeyi, Allah'ın açıkça bir tecellisi ve zuhuru olarak gördüğü için seviyor ve derin bir saygı duyuyordu. Üzerinde durulacak olan ana konunun, sevgi olduğu inancındaydı. Böyle bir anlayışla Allah sevgisini soyut bir kavram olmaktan çıkarmış onu yaratılmışlara ve dünyaya tatbik ederek (uygulayarak), görünen somut bir kavram haline dönüştürmüştür. Diğer bir deyişle, aslında O, sevgi birliğini idrak etmiştir. O'na göre yaratan ile yaratılmışlar ayrılamaz bir bütün (birlik) teşkil ederler. Tekrar onu, şu şekilde konuşurken buluyoruz: "Hayatın temelinin Allah inancı, inanmanın temelinin ise güzel ahlâk olduğunu iyi bilmeliyiz. İnanmanın kemâli (en iyi derecesi) Allah sevgisi, güzel ahlakın da kemâli yaratılanları sevmektir. Bu temelde herkes tarafından bilinmesi gereken yaratılmışların yaratandan ayrı olmadığı gerçeğidir. Bazıları yaratılmışları yaratandan ayrı görür, yani yaratılmışları yaratanın dışında bir âlem yaratanı da içeri bir âlem olarak görür. Diğerleri ise tamamen zıt bir görüş ileri sürerler. Daha şanslı olan üçüncü sınıf ise insanla konuştukları zaman Allah'la ilişkide olduklarının şuurundadırlar. Kısacası Allah'ı seven bu sınıf insanlar hiçbir zaman korku ve üzüntü taşımazlar. Dolayısıyla insanlara karşı merhametli, sabırlı, affedici olur, onlara sevgi ve muhabbetle davranırlar.
O, bu anlayışla, sevgi kavramını tasavvuf felsefesi ile öğreticiliğinin temel prensibi olarak ele almıştır.
O'nun mutasavvıf kişiliğini genel hatlarıyla belirttikten sonra şimdi de Ken'an Rifâî'nin kâmil yönü üzerinde duralım.
İnsanın insan olarak kalabilmesinin yolu, ve gerçeği idrak etmeye başlayabilmesi için, sonsuz hayata, yani ruhun ölmezliğine, kısacası "ahiret günü" gerçeğine inanmalı, benlik iddiasında bulunmamalı ve kendisini "tevhid" (birlik) prensibinden ayrı görmemelidir.
Ken'an Rifâî de doğunun diğer eski çağlardaki düşünürleri gibi bütün hayatı boyunca bu tevhid ve ebedî hayat fikirlerinin savunucusu oldu. Fikirlerin sadece teoride kalmayıp gerçek hayata da yansıtılması gerekliliği doğunun karakteristik özelliklerindendir. Doğu, öğretilen her prensibin gerçek hayata tatbikini de görmek ister. Kişi bağlı kaldığı prensiplere, insanların kafasında hiçbir soru bırakmadan, yaşantısında da sadakatle uymalıdır. "Ebedî hayata ve tevhîde inanınız” diyen birisine Doğu insanı, "Bunu söylüyorsanız, nasıl yapıldığını da gerçek hayatta gösteriniz!" diyecektir.
Bu çarpıcı gerçeği idrak ettiğinden dolayı Ken'an Rifâî inandığı bu iki prensip ile mükemmel bir uyum içinde yaşamıştır. Bu şekilde, içinde yaşadığı cemiyetin değer yargılarına bazı ahlâkî kurallar sokmayı başardı. Bu kurallar içinde sorumluluk duyarak insanları sevmiş ve korumuş, bunu devamlı olarak hayatına tatbik etmiştir. Bütün bu değer yargılarını içine sindirerek, şahsiyetinin bir parçası haline getiren Ken'an Rifâî'nin bunlarla dolu ve uyumlu, sağlıklı bir yaşam sürdüğünü görüyoruz.
Onun aklı, merkezi iyi ahlâk ve bilgi olan bir nokta etrafında dolaşmaktadır. Buradaki bilgi, bütün bilgilerin temeli olan ve bütün bilgilerin ondan zuhur ettiği Allah'ı bilmektir. Bu da yukarda belirttiğimiz gibi ebedî hayat fikrine dayanmaktadır. Halbuki iyi ahlâk, hayatın temel kuralları ve "birlik" (tevhid) anlayışıyla uyum içinde, sosyal bünye için faydalı olduğu kadar, yapan içinde faydalı, vicdanımıza danışarak yaptığımız iyi işlerdir.
Ken'an Rifâî çağımızın sayısız problem, sıkıntı ve krizlerini düşünerek kendine şu soruyu sormaktadır: "Bu dünyanın sorunu nedir? İnsanlık büyük gayret, emek ve zaman harcayarak inşa ettiği kültür hazinesiyle dolu gelişmiş şehirleri yıkıyor, tahrip ediyor. Bir anda binlerce ev yok oluyor, kuvvetli zayıfı ezip zulüm yapıyor.
Benim düşünceme göre bütün bunların sebebi, bilgiden mahrum olmamız ve zevkler peşinde koşmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanlar devamlı olarak sonuçta kendilerine mutluluk verecek olan zevkler peşinde koşarlar. Bu, bilgiden mahrum bir mutluluk ile akıldan yoksun bir bilgidir. Bu yüzden gerçek mutluluğa ve huzura kavuşamayız. Doğru düşünen akıldan mahrum hiçbir bilgi olamaz. İyi işlerin (amellerin) gayesi iyi ahlâklı olmak, ve bütün bilgilerin gayesi de Allah'ı bilmektir.”
İyi ahlâk ve iyi amellerden bahsedilince Ken'an Rifâî Hazretleri'nin üçüncü temel karakteristik özelliğine bakmamız gerekir. Bir mürşid olarak Ken'an Rifâî Hazretleri insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve Allah'la olan ilişkisini yukarıda belirtilen bir akıl (Allah'ı bilen bir akıl) temeli üzerine oturtmak istedi. Bunun öğretilmesinde de din ve inancın öğelerini kullandı. Ona göre gerçek inanç sahibi yani inanan bir mümin, kendisine her zaman güvenilen, toplum için emin bir kişidir.
Evrensel insanlığın sınırlarının bulunmaması ve herhangi bir dînî ahkâm veya milliyet ile sınırlandırılamaması sebebiyle, bir kimsenin gerçekten güvenebileceği tek şey, gerçek inanç sahibi ve bu inancında da samimi olan bir insandır. Bundan dolayı Ken'an Rifâî dini daima insanın manevî (iç) dünyasının ve huyunun oluşması ve gelişmesinde bir otorite olarak görmüştür. O, birçoklarını ümitsizlik kuyusunun derinliklerinde, bazılarını kararsızlık vadisinde yeis içinde, ve birçoklarını da imânın azalmasına yol açan şüphe içinde buldu.
Bir Mürşid olarak müridlerine şu nasihati verdi ve yerine getirilmesini istedi: "Hepiniz, her şeyden önce kendi kendinizle dost olmalısınız. Kendisiyle barışık olan bir insan, dünya ile de barışıktır. İşte gerçek hürriyet budur!" Bu olguya da insan kendisini bağımsız biri olarak değil fakat bütünün (kitlenin) bir parçası olarak idrak etmekle ulaşır. Bu da insanın, olayların kendi tercihinin sonucu olarak olmadığını, bir kader neticesi olarak meydana geldiğini, "olacaktı, oldu" düşüncesini kabûl etmesini bilmesi demektir. Yani kadere inanmaktır. O bunu bütünün iyiliği için yapacaktır. “Kendi egonuzu (nefsinizi) geri plana çekiniz.” Bu da nefsi yani egoyu, kabûl gören ortak değer yargılarıyla, her an kontrol altında tutmakla sağlanır. Bütünün menfaati için fedakârlık, nefsimizi köreltmek, zorluğa ve açlığa tâlip olmayı gerektirir. O, gerçek hürriyetin nefsin bağlarından kurtulmak olduğunu söyler. Hiç kimse ben hürüm demekle hür olamaz. Örneğin, sigara içme arzusunu dahi frenleyemeyen, bağlı olduğu alışkanlıklarından bile kurtulamayan birisi kendini hür sayamaz. Gerçek hür insan iştahının, arzu ve iç güdülerinin kölesi değil fakat onların efendisi olandır. Yukarıdaki prensipten gaflette bulunmayıp "devamlı uyanık halde" olmak fikri üzerinde de durmak gerekir. Ken'an Rifâî Hazretleri devamlı olarak Müridlerine, bu fikri hayatlarına da tatbik etmelerini önermiştir. O etrafındakileri her fırsatta uyanık olmaları için uyardı. İşte bunun küçük bir ö rneği:
Bir gün müridleriyle otururken masanın üstünde duran eski bir gümüş vazoyu göstererek, "Bu vazo gümüşten midir?" diye sordu. Sahibi, "evet gümüştendir" dedi. Ken'an Rifâî de "Bu vazoyu cilalasan parlayacak ve gümüş olduğu belli olacaktır", diyerek yanıtladı. Sahibi ise mahcup bir şekilde, "Bu vazo her an kullanılıyor, bu nedenle parlak tutmak zor oluyor", dedi. O zaman Mürşidin dilinden şu güzel sözler dökülüverdi; "Nefsine ve arzularına mağlup olan kişilerin kalpleri de aslında, parlak mücevherler gibidir. Fakat ihmâl, onların kalplerinin bu vazo gibi kararmasına sebep olur."
Dolayısıyla, kararmış ve katı bir kalbe sahip olan kişi, diğer taraftan Allah'ın tecelligâhı (göründüğü yer) olan ruha ve peygamberin vekîli sayılacak bir akla da sahip bulunduğundan, kendi ruhuyla ve aklıyla çelişkiye düşerek, daha derinde Allah ve peygamberle savaş içindedir. Savaş içinde olan böyle bir insanın ne durumda bulunduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Birisinin vücudunu suyla temizlediği gibi bu gümüş vazoyu da bir parça kimyasal madde ile temizlemek mümkündür. Fakat kalbin ve ruhun temizlenmesi ancak onu, bütün kötü düşünce ve amellerden temizlemekle, ve Allah'ın varlığından başka hiçbir varlık görmemek ve bilmemekle mümkündür.
Başka bir yerde de Mürid ile Mürşidi arasında şöyle bir diyalog geçti: Müridi, "Efendim dünya çok kötü!", dedi. Buna Mürşidi: "Sen iyi olmaya bak!" diye cevap verdi. "Bu kötülüklerin ortasında iyi olmanın ne faydası olur ki?" diye müridi cevap verince, Ken'an Rifâî şöyle yanıtladı; "Başkalarının kötülüklerini düşünmekten size ne? Kendin iyi insan ol! Şeytan sizin sınırlarınızı aşabildi mi? Yoksa siz onun etkisinde kalıp, O da size kötülüklerini bulaştırdı mı? Şayet şeytan size dokunamadıysa onu mağlup olmuş kabul ediniz." Ken'an Rifâî Hazretleri'nin prensiplerini ihmal etmemek ve unutmamak gerekir. Eğer unutulursa, bir gün uğrayacağımız musibetlerle onu tekrar hatırlamak kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple gerek bu dünyadaki yaşantımızda ve gerekse âhiret hayatımızda temel olması gereken bu prensiplere sadık kalmalıyız.
Bir kimsenin kendi kendisiyle dost olmasının mânâsı da şudur: Şayet bir kimsenin kendi kendisiyle barışık olmasını sağlarsanız onu insanlığa kazandırdığınız gibi, kendisine de faydalı kılmış olursunuz. İnsanların diğer insanlarla olan ilişkilerinde, Ken'an Rifâî başkaları için iyi temennilerde bulunmayı, samimi ve sadık olmayı, hiçbir zaman bencil olunmaması gerektiğini vurgular. Onun kendi şahsiyetinde de bu değerler o kadar belirgin bir şekilde yer etmişti ki, sadece ona bakmakla insan, ondaki bu değerleri hissederdi.
O, "İçinde Allah'ın tecelli ettiği bir ruh taşıyan (Kalbinde Allah sevgisi olan) ve bizi kaldırmak için yardım elini uzatan her insanın, sadık ve güvenilir bir dost olduğunu" söyler. Bu nedenle, "Yaratılmışlara gösterilen sevgi, saygı ve sadakat, Allah'a gösterilmiş gibidir". Bir sohbet esnasında, müridlerinden birisi "Bu yaptıklarımdan dolayı beni herkes sorumlu tutarsa?" diye sorunca Ken'an Rifâî ona şu yanıtı verdi; "Bizim için herkes yoktur? Biz yaptıklarımızı Allah için ve onun rızasını kazanmak için yaparız. Vicdanınıza danışın, yaptıklarınızdan vicdanınız rahatsa, ve siz sorumlu değilseniz, başkalarının ne düşündüğünden korkmayınız. Vicdanınızın rahat olması sizin için yeterlidir."
Hayatı boyunca Kenan Rifâî insanların devamlı birbirleriyle savaştığını görerek bu gerçek yüzünden çok üzülmüştür. İkinci dünya savaşı esnasında bir akşam, çeşitli radyo haberlerini duyduktan sonra şuna dikkati çekmiş ve şöyle demiştir: " Kur'an insanlara, insanları (insanlığı) seviniz diyor, ve onlara sevgiyle, iyilikle, ve adaletle muamelede bulunmamızı öğütlüyor, kezâ Peygamberler de bütün insanlığın bir büyük aile olduğunu onları kırmadan davrananların, onları incitmeyenlerin ve onlara faydalı işler yapanların Allah katında makbûl olduğunu duyuruyorlar. Fakat maalesef şimdi radyomu açıp, herhangi bir istasyonu dinlediğimde, devletlerin diğer düşman ülkelerine yaptıkları taarruzlarını ve onlara verdirdikleri büyük kayıpları, zararları ve yakıp yıkmalarını duyuyorum. Onlar bu arada kendilerinin hiç bir zayiatları olmadığını, hiç bir zarara uğramadıklarını abartarak söylüyorlar. Yirminci yüzyılda insanlık adına, ne kadar üzücü bir hadise. Kendi kendime düşünürken, gündüz vakti elinde bir lamba tutarak dolaşan Diyojen aklıma geldi. Ona niçin bu şekilde yapıyorsun dediklerinde, namuslu bir adam aradığını söylemiş. Keza Sokrat etrafında toplanıp, adil karar verdiklerini söyleyen topluluğa hitaben, "Eğer doğru ve âdil olduğunuza inanıyorsanız aranızdaki bu anlaşmazlık ve münakaşa neden?", diye sormuş. O zamandan bu zamana büyük devirler geçti. Bu büyük insanlar bu ilerlemiş ve gelişmiş çağda dünyaya gelselerdi, bu konuşmalar için ne söyleyeceklerdi veya kaçmak mı isterlerdi? Merak ediyorum. Bugünün şartlarına baktığımızda insan kendine şu soruyu sormadan edemiyor. "Dost diyebileceğimiz birisi gerçekten var mıdır? Yoksa eğer, dost kimdir?"
Kenan Rifâî, bu soruya şu manidar cevabı veriyor, "Gerçek dost Allah'dır ve her kim, bu gerçeği bilirse Allah da onun dostudur."
Netice olarak insanın Allah'la olan ilişkisi bu temel gerçek üzerine kurulmuştur. Ken'an Rifâî şöyle der: "Bütün akılların üstünde Allah sevgisi yatar ve Allah sevgisi de ancak herbirinin içinde kendi esmasının tecelli ettiği yarattıklarını sevmekle mümkündür." Bu şekilde, bu büyük insan Allah sevgisini soyut bir kavramdan çıkararak somutlaştırmış, ona bir kimlik kazandırmıştır. Bunu da şu şekilde ifade etmiştir; "Değişik sûretlerde görünen her fert bizim insan şeklinde bir kardeşimizdir."
Bu prensipten hareket ederek, O, korku fikrini, sevgi ve inanca, din kavramını da affedicilik ile hoşgörüye dönüştürmüştür.
Bu esas, bütün dinler tarafından üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Tefekkür ufkunun genişlediği çağımızın modern dünyasında, fanatik duygularla bezenmiş bağnazlığı ve doğmaları insanlara kabul ettiremeyiz. Ayrıca zorla ve tehditle de herhangi bir fikri empoze edemeyiz.
Ancak insanlara hepsinin aynı evrende yaratılmış olduklarını hatırlatıp, onların birbirleriyle barışmasını sağlamalıyız. Bunu da samimi ve en olgunlaşmış bir sevgi ahlâkı ile başarabiliriz. Bu çeşit bir anlayışın oluşması için Ken'an Rifâî her fırsatı değerlendirdi ve taassuba şiddetle karşı çıktı. Bilgi ve ilimle açıklanamayan dar, dogmatik inançlara karşıydı. İnsanların hatalarını ve kusurlarını, eli, dili gözü ve kalbinden gelen sevgi ve inançla tedavi etmek ve düzeltmek için büyük gayret sarf edip çabalardı. Bunu yaparken aşırı sertliğe, kırıcılığa, hoşgörüsüzlüğe ve saldırgan fanatizme sebep olmaktan kaçınmıştır. Onun yaşadığı devir ve ülke göz önüne alındığında taassup özel bir önem taşır. İslâm'ın, birçok ilerletici reformları engellemek için politik bir alet olarak kullanıldığı o devirde, Osmanlı İmparatorluğu da çökmeye başlamış bulunuyordu. Bu şaşkınlık ve karışıklığın hüküm sürdüğü bir devirde, güç şartlar içinde, Ken'an Rifâî, kör bir taassuba bağlı olan topluluklara karşı prensiplerini tek başına savundu. İslâmî prensiplerin hiçbir ilerleme fikrine veya medeniyetin gelişmesi için yapılan hiçbir harekete engel olmadığını açık bir şekilde duyurdu. İnsanlığın refahına hizmet eden her hareketin, İslâm'ın prensipleriyle uyum içinde olduğunu, ilân etti.
Caminin minberinden cemaate vaaz veren bir hocanın şu sözlerini sık sık naklederek, şu ilginç hadiseyi anlatırdı: İnsanları cehennem ateşiyle korkutup, bağırarak cemaatin kalplerine korku veren bir vaiz, "bilginizi nasıl kullandınız? paranızı hayır için harcadınız mı? Allah'a olan ibadetinizi yerine getirdiniz mi, oruç tuttunuz mu? diye, öldükten sonra Allah size birçok sual soracak ve eğer bu sorulara cevap veremezseniz çok işkenceler göreceksiniz". Vaizin konuşmasını dinleyen bir derviş ona şu cevabı verdi "Hoca, Hoca Allah şu sizin söylediğiniz bir yığın soruyu insana sormaz". O sadece bir soru sorar bu da; "Ben seninleydim, peki sen kiminleydin?"
Ken'an Rifâî Hazretleri için her nefeste Allah'la olmak, onunla yaşamak onun tek amacı idi. Hayatlarını devamlı ibadetle geçirenlere karşı çok derin saygısı olmakla beraber "Devamlı ibadet etmek güzel şeydir. Fakat bu ibadet de vücuda bağlı olarak yapılır. Gerçek ibadet kalple yapılandır. Yani her zaman Allah'a açık bir kalp taşımaktır". Diğer bir sohbette ise, "Bir anlık yokluğunuzu yansıtmak, benliğinizle bütün sene ibadet etmekten daha hayırlıdır." dedi.
Gerçekten, Ken'an Rifâî ve onun irşad ettiği müridleri bütün İslâmî emirlere harfiyen uydular ve İslâmî kuralların icaplarını (farzlarını) yerine getirdiler.
YAZAN : SOFİ HURİ (Kraliçe Juliana huzurunda, Sofi Huri’nin sunduğu konferans metnidir)