Resmi yeni pencerede aç
Nazlı Hanım Evrenos ailesinin, modern ve medeni zihniyetle yetişmiş evlatlarından biri ve Ken'an Rifai'nin halifelerinden ve bir İstanbul çelebisi olan Cemal Bey'in zevcesidir.
Nazlı hanım, içinde, değil yalnız kendisinin, hemen bütün beşeriyet aleminin kirlerini yoğurup temizleyecek büyük bir aşk taşır. Onun içindir ki hesaba kitaba yanaşmadan, mülahaza (iyice düşünme) ve tereddüt geçirmeden, iki dünyayı da bir pula satıp ölçüsüz bir ufka atlamış geçmiştir.
İlk gençliği bir şiir ve güzellik havası içinde geçmiş olan bu zarif ve kibar kadın, bir zamanlar İstanbul mesirelerinin ve bilhassa Boğaziçi mehtaplarının saz ve söz gönüllüsü, tabiat zevkinin kanmaz ve doymaz bir teşnesi olarak kendini o zevkten bu zevke atarken, hep aradığı bir şey vardı. Sanki gözü bağlı bir körebe idi de yakalamak istediği meçhulü el yordamıyla arıyor, kolluyor, bulmaya çalışıyordu.
Nazlı hanım'ın o devrin edebiyatına iyi bir örnek olacak yazılarının birinde şöyle bir pasaja rastlıyoruz: “ Aşk... bu kelime, ruhumun hiçbir lezzetle bulunmamış pak, nezih derinliklerine dalıyor, orada kendimin de varlığını hissedemediğim manevi arzuları tenvir (aydınlatma) ediyordu. Gönlümde en derin bir nokta boştu. Onu ne şâşaa-yı dârat (debdebe,şan) , ne de bütün ecramiyle semavat (yıldızlar) doldurabiliyordu. O nokta, mevcudiyetimin en ince zerrâtına kadar sükûnet ve haz getirecek bir varlık, bir aşk bekliyordu. Bütün hislerimi, düşüncelerimi ancak bu aşkın fırçası telvin (boyama) edecekti. Ey Hâlik-i kainat! Nerede o aşk?”
İnsanoğlu, dünyaya gelmiş olmakla var olan bir mahluk olamazdı. Bu doğuş, mevcut belki de daim olan varlığın muayyen bir devre için kalıplaşmasından ibaretti. Yoktan var olmayacağına göre, ancak vardan var olunurdu. Amma beni-beşer, eliyle tutup gözüyle göremediği bu kadim varlığa, yokluk adını takmıştı.
Öyle ise bu görünmeyen var ne idi? Nerede idi? Nasıl bulunur, nasıl yakalanır, ne suretle biliş tutulup eteğine yapışılırdı? Herkesin zan ve kabul ettiği gibi, bir ana ile babanın cünbüşünden dünyaya gelmiş olmak, sonra da eskiyip emaneti yerine vererek geçip gitmek, onun aklının kabul edeceği işlerden değildi. Evet, insan ölebilirdi; ölecekti de. Amma ölüm de bir çeşit hayat idi. Şartları, kanunları pek herkesin idrakine sığmayan bir sırlı hayat.. Şu halde ölümden hayata hayattan ölüme mekik dokurken, bu var olmanın insanoğluna yüklediği vazife ve mesuliyeti anlayıp ona göre ayarlanmak gerekmez miydi? Halbuki insanlar için var olmak pek kolay pek tabi gelen bir keyfiyet olarak mühimsenmiyor, itibar görmüyordu. Kendisine sorulacak olursa var olmak Adem oğluna verilmiş baha biçilmez bir fırsat bir imtiyazdı. Onun için de var olduğu müddetçe niçin var olduğunu bilmeli, hele kendisini var edeni mutlaka aramalı, bulmalı ve yoluna canını harcamalıydı. İşte, kulağına bu ezel iştiyakı (hasret) , bu ezel sırrı fısıldanmış olan genç kadın, onun için hiçbir güzelliğin gönlünü çelemediği dünyada, dünyanın türlü zevkleri, türlü nimetleri ve türlü âlâyişi ortasında, daima yapyalnız aşkına aşık, aşkına talip, şeyda, uyanık, garip ve kimsesizdi.
Mücerret (karışık ve katışık olmayan) bir ruh yaratılışı içinde ateş saçan ve bir türlü şu veya bu kalıba bağlanamayan, bahusus herhangi bir yaratılmışın sevgisiyle tatmin olamayan bu çıplak enerji, adeta “memnu meyve” gibi kimse tarafından râm edilip (kendini başkasının emirlerine bırakan) teshir olunamazdı. Halbuki el süreni yakıp kül edecek ölçüde bir “nâr-ı beyza” (akkor) olan bu genç kadın, ezelden ebede yanmak için yaratılmış gönlünü, kendi gibi bir beşere tahsis edemiyor, mal edemiyordu.
Nazlı Hanım'ın bu devrini, kelimenin tam manasıyla, işlenmemiş ham bir mücevher madenine benzetebiliriz. Öyle ki son derece zengin ve istikbal için vaatlerle dolu bir maden. Fakat istifade edilemeyecek derecede çapaklı ve tehlikeli denecek kadar müşkül bir kuyu. Bu yüzden de ne kimse o hazineye el uzatabiliyor, ne de kendisi kendini bulup etrafına bir şeyler dağıtabiliyor. Halbuki onun oldu olası en belirli vasfı cömertliğidir. Vermek, maddi manevi vermek, belki de bu gök kubbenin altında ona en ziyade haz getiren keyfiyettir.
Vermek istiyor. Fakat hanlarından külhanlarından gelen îrattan başka kime neyi verebilir? Henüz manevi altınları gönlünün derinliklerinden çıkarılıp kesilmemiş, sikke vurulmamıştır ki istediği gibi sağa sola avuç avuç dağıtsın...
İşte günün birinde bu madeni, bir potaya atılıp temizlenmiş ve bütün ihtişam ve zenginliği ile insanoğlunun istifadesine arz edilmiş görüyoruz.
Artık, hiçbir zevkin, hiçbir güzelliğin, hiçbir varlığın ve iltifatın cevap veremediği bu yatışmaz yürek, Ken'an Rifâî ile annesinin terbiyelerinde, kabiliyetlerini yüze vurmuş, kendi kendini kazanmıştır. Seneler geçip bu kazancın muhasebesini yaptığı bir yazısında şöyle diyor: “ Hayatım eskiden bir hayaldi. Cesedim, zararlı mikroplarla hasta idi. Şimdi kurtları ayıklanmış bir ağaç gibi vücudum zinde, canım hayatbahş (hayat veren) , ruhum mebzul (bol, çok) ve feyizdar o saadet hissinin menbaından içmiş ve artık ebediyen içebilecek kadar da inbisat ((açılma, genişleme) etmiş.”
Artık niçin dünyaya gelmiş olduğunu bilmektedir. Güzelliği, iyiliği, doğruluğu açık açık görmekte, gayeleri şuurlanmaktadır. İnsanları sever ve yüreği içinde en sıcak köşeleri beşerin ızdıraplarına açarken, cemiyet de bu fedâkâr, vefâlı ve ferâgatli insanı tâzim etmektedir (saygı gösterme, ikram etme) .
Nazlı Hanım'da en dikkate değer taraf, daima kütleyi ön plana koyup kendini en geriye atması, hatta varlığını çok defa tamamıyla silebilmesidir.
Fakat mukadderatı, kendisine, insanlık aşkının yalnız ızdırabı nasib olmuş bu müstesna kadına, bir de servetini kaybettirmek nasibini ilâve etmek suretiyle onu hiç de alışık olmadığı maddi çilelerle de tartaklamıştır. Kendisi de bu mukadderat cilvesini şu sözlerle karşılar: “ Ya Rabbi, senin hüsnün aşıka ne füsun okumuştur ki rahatı terkedip mihnete, safayı koyup cefaya razı oluyor?”
1914 harbinin çetin yılları içinde kocası çalışamayacak kadar hastadır. Yetişmekte olan üç evladı vardır. Hele ana-baba bergüzârı emlâkine göz dikmiş yakın akrabalarıyla uğraşmak hiç de onun kârı değildir. Çeşitli sebeplerle çabuk çabuk eriyip giden hanlar ve konaklardan sonra, kendisine küçük bir irattan başka bir de diploması kalıyor ki, işte bu kağıt parçası nihayet onu ilk mektep hocalığına götürmüştür. Böylece de Nazlı Hanım'ı , yirmi sekiz sene etrafını sarmış küçücük insanlarla beraber bir tâlim ve tedris çatısı altında görüyoruz.
Burada, garip olduğu kadar dikkate şayan bir vesikayı, onun şahsiyeti hususlarını çocuk psikolojisinin basit, fakat şaşmaz zaviyesinden seyredebilmek fırsatını verdiği için koymak istiyoruz. 1949 kışında, Nazlı Hanım'la aynı evde oturup, bir zamanlar da hocalık etmiş bulunan yaşlı bir hanım vefat etmiştir. Bu hadiseden birkaç gün sonra, artık genç bir muharrir olan eski talebelerinden Çetin Özkırım ismindeki genç, yanlışlıkla, ölenin, bir vakitler, kendisine hocalık eden Nazlı Hanım olduğu haberini alarak 6 Ekim 1949 tarihli Bayram gazetesinde şöyle bir yazı neşretmiştir:
Nazlı Öğretmen
“Dünyaya insan küçük küçük hıçkırıklarla geldiği halde, giderken gülerek, ya ağlayarak gidiyor.
Bir iddiaya göre, insanlar cehenneme gideceklerse, gözleri açık, yüzleri buruk olurmuş. Eğer cennete gideceklerse gözleri kapalı, yüzleri tatlı bir tebessümle süslenirmiş.
Nazlı öğretmen...
O öldüğü gün herhalde yüzü en tatlı tebessümle çerçevelenmişti. O beyaz, o hoş, o müşfik yüzde senelerin iyiliği, senelerin şefkati ve senelerin fazileti yuva kurmuştu. Beyaz saçları, beyaz yüzü ve beyaz elleri ile sanki beyazın fazilet rengi olduğunu ispat ediyordu.
Onu çocuk yaşımda tanıdım. Yirmi sene önce, anamın elinden tutup “Gitmeyeceğim. Gitmeyeceğim...” diye tepinmemi bir elma şekeri ile avuttuğu çocuk yaşımda.
Hırka-i Şerif Camiinin karşısındaki On Dokuzuncu İlkokul'un önündeki şark usulü geniş sundurmanın parmaklığı kenarında, onu şefkat dolu eliyle sarı saçlarımı okşarken tanıdım
.Zengin miydi, fakir miydi? Bilmiyorum ama, Karun kadar zengin, bir peygamber kadar cömert gönlü vardı. Bayram sabahları tepeden tırnağa kadar kendi parasıyla giydirdiği fakir talebelerinin altın sarısı veya siyah saçlarını kendi eliyle tarayıp okşaması, en büyük zevki gibi gelirdi bana. Bayram sabahı arife gününden giydirdiği 25-30 çocuğun avuçlarına bayram harçlıklarını sıkıştırıp ceplerine yemişlerini doldururken dünyanın en büyük hazzını duyuyordu.
Bayramın devamı müddetince, yine Hırka-i Şerif'teki evinde, tencereler sade çocuklar için kaynar, odalar, sofalar ve salonlar bir mektep cıvıltısına bürünürdü.
Galiba zengin çocuklarıyla pek alakalanmazdı. Belki de bize öyle geliyordu. Bin bir ihtimam ile yoksul yavruların üstlerine titrerdi. Onun sınıfında bir yeknesaklık hakimdi. Bütün çocukların yüzlerinde tebessüm, bütün çocukların gözlerinde saadet parlardı.
Hiç unutmam, bir kurban bayramı günü yine 25-30 çocuk, Nazlı Öğretmen'in sofrasında misafirdi. Bir gün önce yanlışlıkla giydirmeyi unuttuğu bir çocuk boynu bükük ve nemli gözlerle yemek odasına girince, yaşlı öğretmenin dünya başına yıkıldı. Çocuklar hem şarkı söylüyor, hem de kavrulmuş kurban etine kaşık sallıyorlardı. Bir kısmı, eti ve pilavı bitirmiş, konsolun üzerinde sıra sıra dizili zerde kaselerine bakıyorlardı. Nazlı Öğretmen hiçbirine sezdirmeden sofradan kalktı ve o sırada koridorda oynayan mavi ceketli beyaz pantolonlu küçük bir çocuğu kolundan tutup yan odaya soktu.
Biraz sonra elinde mavi ceket ve beyaz pantolonla, unutulan çocuğun yanına geldi ve kendi eliyle elbiseleri ona giydirdi. İçeriki odada don gömlek kalan küçük arkadaşımız, Nazlı Öğretmen'in torunu idi. Unutulan çocuğun boynu dikilmişti, nemli gözleri sevinç parıltıları kapladı. Artık Nazlı Öğretmen de gülüyordu.
Evet, Nazlı Öğretmen zengin miydi, fakir miydi? Hâlâ bilmiyorum. Fakat inandığım bir şey var: O, her gün olduğu gibi, bilhassa bayram günleri sevindirdiği çocukların minnet duygularına bürünerek şimdi mutlaka cennetin en baş köşesinde, manevi zenginliğin en yüksek mertebesindedir.”
Gerçi bu makale Nazlı hanım hakkında güzel bir şehadettir. Fakat bu büyük kadın kendi için söylenecek en güzel sözü kendi söylemiş ve hayatının gayesini şu cümlelerle ifade etmiştir: “ Ben, maksudumun maksuduna hizmetle mükellefim ve aşkımdan bu suretle müstefit (istifade eden) olmaktayım!”