Ken’an Rifai’ye göre kadın, mazhar-ı aşktır. İnsanları gerçek insan etmek için aşkın hocalığından başka bir güç tanımıyordu.
Bilerek , bimeyerek her insanın gayesi aşktır. Fakat bir damla suyun başına gelen maceralar gibi o da çok defalar bu gayeye pek karışık yollardan gider. Her insan kendi istidadı yaşına uygun bir sevgiliye gönül verir. Hakiki aşka varamayan insan, yeryüzünde daimi surette vücudun zindanında kalmaya mahkumdur. Onların külli aşka varma istidadı olmadığından, Allah bu kimseleri yine kendi aşkına istidat peyda etmeleri için bir surete, bir şahsa mukayyet eder.
Efendimiz buyuruyor ki: “Esasında aşk, aşık ve maşuk diye ayrılıklar yoktur, bunlar tek bir şeyi ifade eder. Maşuk , aşığın aynası, aşk ise her ikisinin toplamıdır. Aynaya bakan kimsenin orada gördüğü nasıl kendisi ise aşıkın da maşukuna çekilmesi ve tutkunluğu yine kendi suretine tutkunluğudur.
Aşk her şeyin, zikrin ve ibadetin de fevkindedir. İbadet de aşksız olursa bir işe yaramaz, cemali görerek aşkla yapılan ibadetle, Allah’ın emri diye yapılan ibadet arasında ne azim fark vardır.
Kendi hakkında istediğin hayrı, güzelliği, gönül zevkini, aşkı ve nuru başkaları için de iste ki tam aşık olasın. Zevkini, aşkını , varlığını bezlet; çünki aşkın kemali bezletmektir. Sen de yalnız kendin için değil alem için olmalısın. Odunun gürültü patırtıdan sonra kor haline gelmesi nasıl latif ise, aşıkın da iptidai halinden geçerek sükuna ermesi ve kendini beşeriyetin hizmetine vermesi zevk ve gayedir.
Aşkı olmayanın huzur ve safası da olmaz, safa bulmuş insan bütün mevcudatta Hakk’ı gören insandır. Aşk, akıl gözünün dürbünüdür, ileriyi gören bir mercektir, aşkla kuvvetlenmiş bir göz için varılamayan hiçbir güzellik yoktur.”
Ken’an Rifâî kadın için de şöyle buyuruyor: “Asırlar boyunca kadın için neler söylendi, neler yazıldı, ne kanlı maceralara girişildi. Onun adı kah hudutsuz ihtiraslara vasıta edildi, kah faziletin eline bir bayrak olarak verildi. Fakat İslami tasavvuf kadar hiçbir zihniyet, hiçbir felsefe ona baha biçemedi, hakiki mevkiini veremedi.
Zaman ve menfaatler İslamiyetin kadın telakkisini ne kadar tahrif ederse etsin, onun bu husustaki görüşü inkar kabul etmez.
Zira en büyük delili Kur’an-ı Kerim’dedir. Orada hitaplar “mü’minin ve mü’minat, salihin ve salihat” diye tefriksiz yapılmış ve mü’mine ve saliha kadınlar mü’min ve salih erkeklerden ayrılmamıştır. İslamiyetin ilk zamanlarında kadın içtimai hayatın her safhasında erkekle beraber yer almakta, hatta gazalara bile fiilen iştirak etmekte idi.
“Bana dünyanızdan kadınlar ve güzel kokular sevdirildi ve nur-ı didem (gözümün nuru) namazdır” diyerek sevdiği şeylerin başında kadını sayan Peygamberimiz, onun içtimai hayattaki yerini “kadın erkeğin yarısıdır” diye sarahaten ve kat’i olarak , tayin etmiştir.
Kendileri soruyor : “Acaba İslamiyetin kadına verdiği bu değer nereden geliyor?” İslamiyet Hakkın yaratıcı kuvvetini taşıması ve hayatı idamede oynadığı rol bakımından kadına, has bir değer vermiştir. Bu değeri Hz. Mevlânâ Mesnevi’de:
“Pertev-i Hakkest an maşuk ni
Halıkest an guyya mahluk ni”
Onun kadını (mahluk değildir, sanki Hâliktir) diye kabul edişi, hayatın ve alemlerin manası olan yaratıcı kudreti bizzat şahsında temsil etmesinden dolayıdır.
Bunun içindir ki Hazret-i Muhammed, kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere hükm ederler, buyurmuştur. Hakikat de budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle muameleden çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna mukabil cahil ve akılsız erkeklerdir ki kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların tabiatında hayvanlık üstün gelir.
Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların sıfatıdır.
Bu demektir ki insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve çekiliş beyhude değildir. Çünkü kadın Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur, sadece sevgili değildir, denilebilir ki adeta mahluk değil Hâlıktır.
Bu hakikate vardıktan sonradır ki “kadın erkeğin yarısıdır”, diyen Hazret-i Muhammed’in hadisi daha açık anlaşılır. En kuvvetli erkeklerin dahi kadınlar karşısında zaafa düşmelerindeki sır meydana çıkar.
O kadar ki kadına mağlup olmanın erkekte bir seviye ve irfan mes’elesi olduğu anlaşılır. Bir erkeğin kadına zebun olması onun kemalinin ve irfanının ölçüsü olur.
Allah’ın kadına verdiği değer, kadının, kendi yaratıcı kudretinden vasıflar taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilahi mukadderatın temel direği olmasındandır.
İşaret olunduğu gibi, “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenab-ı Hakk’ı müşahede edebilmektendir.”
İbn-i Farız da: “Her güzelin güzelliği Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır”, der. Demek ki erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasiyle ilahi güzelliğin vuslatını dilemek manasındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi tabiidir.
Kendileri vurguluyorlar ki, böyle bir düşünce ancak belirli bir irfan seviyesine varmış ve maneviyat alemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur. Kadını sadece cinsi zevk ve şehvetlerinin bir tatmin aleti saymak, bu yüzden de günahlı görmek, basit ve iptidai bir zihniyetin eseri olduğu gibi, mahbub-ı hakikinin aslına, hakikatine varmak için bir vasıta, bir köprü bilmek ve ona göre hürmet etmek, olgun bir görüşün ifadesidir ki bu da İslamiyet’te kemalini bulmuştur.
Ken’an Rifai’nin hayatında iki önemli kadın vardır, annesi ve Semiha Cemal.
Annesi ona kadınlık ve dostluk hazinelerini, mana birikimini, şirksiz , garazsız bir sevginin kanalı ile boşaltmış, kendinde ne varsa bu yolla ona vermiş, bu vadide yolunu gösteren bir ışık olmuştur. Annesi aradan çekilip onu insanlarla ve hayatla başbaşa bırakıncaya kadar her müşkül anında yanında belirmiş ve herhangi bir tarzda ona “yalnız değilsin, seninle beraberim” demiş, diyebilmiştir. Kendileri bu emsalsiz ananın yokluğunu hayatının sonuna kadar yana yakıla çekmiştir.
Hayatın onun önüne çıkarttığı Semiha Cemal ise, dört başı mamur varlığı ile, ezel anlaşmasının en kusursuz örneğini ona getirmiştir. Semiha Cemal , Ken’an Rifai’yi şu dünya tarihinde misline az rastlanır bir aşk, anlayış ve imanla sevmiştir. Bu sevginin esasını, mayasını Semiha Cemal’in onu görüş ve anlayışı, onun davasına iştiraki, kendi varlığını onun varlığı ile aynileştirme arzusu teşkil ediyordu. Semiha Cemal’in varlığı onu insanlık alemi ile alış verişte tutan bir köprü mesabesinde idi, davasını paylaşabileceği bir dost ve yorgun başını varlığında dinlendireceği bir insandı.
Hocası ona şöyle diyordu: “Benim bir zevkim var, bu da sana irfan öğretebilmektir.” O zaman Semiha Cemal soruyor: “Buna karşılık ben ne yapayım?” Ken’an Rifai’nin bu suale verdiği cevap şudur: “Nefsini arkaya atmayı öğren. Sen bir yudumda doyanlardan olma! Beni sev, beni sev ki ben de seni seveyim. Yalnız bu (beni sev)in manasını iyi anla. Beni sev demek, sevdiklerimi, bütün insanları, aşkı, Allah’ı sev demektir.”
Ken’an Rifai bu alışverişi yapmak için neden bir kadını seçti? Fikir, his ve iman alışverişinde kadın, erkekten daha müsait bir mutavassıt, daha verimli bir zemindir. Asıl mesele, Ken’an Rifai’nin bilhassa kadınlık alemiyle temasta olması ve nev’i beşerin müstakbel veçhesini tayinde, kadını yapıcı, şekil verici bir amil olarak görmesindedir. İşte bu derinlikte iki sultan kadın, Ken’an Rifai’ye yarının kadın mürşitler dünyasını göstermiş ve hazırlamıştır.