İSTANBUL’UN GÜLÜ
Ayeda Husain Naqvi
Elixir Dergisi, Bahar 2006
İstanbul’un doğusu olan beton ormanında bir gül yetişir. Ancak, ona ulaşmak için moda semtler olan Sultan Ahmet ve Taksim’den ayrılmanız gerekir. Birbirinden hiç farklı olmayan apartman bloklarına gelene kadar önce İstanbul Boğazı’ndan vapur ile geçip Kadıköy’ün tozlu ve kirli havasına ulaşmalı, sonra da mağaza ve ofis kümelerinin içinden geçen yirmi dakikalık bir otomobil yolculuğu yapmalısınız.
Bu binalardan birinin dışında, gelişmemiş bir gül ağacı var. Aralık ayı... Ağaçlar çıplak ve sokaklarda keskin soğuk bir rüzgar esiyor. Ama bu pejmürde gül ağacında benzerini daha önce hiç görmediğim bir sarı gül var.
Buraya güller için gelmedim. Cemalnur Sargut ile tanışmak için buradayım. Doğru binanın önünde durup durmadığımdan bile emin değilim. Ama gülü gördüğümde kaybolmadığımı anladım.
Mevlâna bir defasında, “yumurtanın içinden bir kuş şarkısı”nı yazmıştı. Toprağın baharda yeşillenmesi ve kainatın zuhura gelmesi hakkında yazmıştı. Vücut giymemiş bir varlığın şarkı söylemeye başlaması düşüncesi onu heyecanlandırmış ve ümit, yeniden doğuş ve tabiatın mucizeleri hakkında yazmıştı.
Sarı güle bakıyorum. Ümidin daha güçlü bir sembolü hiç olmadı. Bu kadar narin bir şeyin bu şartlarda hayatta kalması Bir’in lûtfunun canlı tanıklığından başka bir şey değil. Yukarıda, Cemalnur beni sarılar giyinmiş olarak karşılıyor. Onun dairesinin duvarlarının tamamı sarı. Onunla daha çok vakit geçirdikçe ne kadar çok güle benzediğini farkediyorum.
İstanbul’un binalardan ve ideolojilerden -doğunun köktendinciliği ile batının materyalizmi- oluşan ormanında o, tüm mantıklara meydan okuyarak parlıyor. Gül, aşk, güzellik ve ümidin sembolüdür. O, hepsini kapsıyor.
Gözlerinde yaşlarla, “Ben hiçim” diyor. “Gençlere Mesnevi öğret ve yol göster dediğinde, hocam Sâmiha Ayverdi’ye verdiğim cevap buydu. Ağladım ve dedim ki; Bir hiçken bunu nasıl yapabilirim? ‘Böyle söylediğin için öğretebilirsin’ dedi hocam. Otuz senedir bu işi yapıyorum. Ama hâlâ bir hiç olduğumu düşünüyorum. O kadar az biliyorum ki. Ne zaman ağzımı açsam benden konuşan, hocam Sâmiha Ayverdidir.”
Ancak, Rifai tarikatında tanınmış bir öğretmen olarak Cemalnur’un Türkiye’deki sufi halkalara tanıtılmaya çok az ihtiyacı var. Belki de, onu “herşey” yapan, onun tevazuu ve hiçliğidir; aynı, ressamın resim yapmak için boş bir tuvale ya da sâkinin şarapla doldurmak için boş bir kadehe ihtiyacı olduğu gibi Allah’ın da, nefislerden arınmış ruhlara ihtiyacı vardır ki, içine ilahî lûtuflarını boşaltsın.
Ve böyle Cemalnur, lütufla, bir vazifeden diğerine koşmakta; manevi rehberliğinden, Mesnevi öğretmenliğine, her hafta kültür merkezindeki halka açık konferansından radyo programına, Ramazan’da her gün yaptığı tv programına.. Hepsi çok zahmetsiz görünüyor.
O aynı zamanda, okuryazarlığı desteklemek, uyuşturucu kullanımını engellemek, ihtiyaç sahibi öğrencilere burs sağlamak, fiziksel engelli insanlar arasında bilgisayar kullanımını artırmak ve aile bağlarını kuvvetlendirmek için destek sağlamak üzere projeler geliştiren, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olan Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin de yönetim kurulu başkanıdır.
Düzenlediği “Kadın ve Tasavvuf” konferansından bir gün önce onunla tanışıyorum. Bu konferans, Cemalnur’un hocası ve dünyanın tanıdığı ilk kadın mürşid olan Sâmiha Ayverdi’nin doğumunun yüzüncü yılını kutlamak üzere dünyanın her yerinden akademisyenlerin ve ilim adamlarının katıldığı, türünün Türkiye’deki ilk örneği.
Cep telefonları çalıyor, insanları havaalanından karşılama konuşmaları geçiyor ama yine de Cemalnur sakin.
Yavaşça, “Bütün dünyanın, müslüman kadının sesini duymasını istiyorum.” diyor. Ben de, müslüman kadının, onun kim olduğunu fark etmesini istiyorum. Sâmiha Ayverdi gibi kadınları selamlayarak yeni Sâmiha Ayverdilerin doğmasının yolunu açıyoruz.
Türkiye’de bir yazar ve modern dansçı olan Rabia Broadbeck, kadın perspektifinden yirmibirinci yüzyıldaki velâyet hakkında konuşuyor. “Kadın velileri, onlardan öğrenmek, kendimi onların içinde tanımak ve onların ayak izlerinde yürümek için çalışıyorum.” diyor. “Onların ebedî güzelliğine köle olmalıyız.”
İslâm tarihindeki farklı kadın veliler hakkında konuşuyor. Tüm zamanların en devrimci kadın velilerinden olan Rabi’a al-Adawiyya’nın meşhur duasından bahsediyor: “Allah’ım eğer sana cehennem korkusuyla, ya da cennet ümidiyle ibadet edersem beni bundan mahrum et. Eğer sana sadece senin için ibadet edersem beni senin sonsuz Cemalinden mahrum etme.”
“Değerler ve Felsefe Araştırmaları Kurulu ve Amerikan Katolik Üniversitesi’nden Dr. Karim Crow, Peygamber’in hayatındaki, onun yüksek değer verdiği kişiler olan kadınlar hakkında konuşuyor.
Peygamber’in annesi Amine ve süt annesi Halime ile başlıyor. Ali’nin annesi ve kendisinin de çok yakın olduğu yengesi olan Fatma bin Esat b. Haşim’in cenazesini anlatıyor; onun vücudunu kendi gömleğine sarmak için nasıl mezarın içine girdiğini ve onu elleriyle gömdüğünü...
Peygamber’in ömründe en uzun süre ilişkisi olduğu hizmetçisi Baraka’yı anlatıyor. Peygamber’in doğduğu andan ölümüne kadar ailenin bir parçası ve O’na öyle yakındı ki sonunda Peygamber’in evlat edindiği oğlu Zeyd b. Harita ile evlendi. Peygamber’in vefatıyla kesilen vahiyler için söylediği duygulu ağıtlarla ünlüdür.
Karısı Hatice, Peygamber’in risalet görevinde onu destekleyerek en önemli rolü üstlenen kadındır. Ölümünden sonra Peygamber’in bir kaç eşi olmuştur. Bunlardan en çok bilinenler Ayşe ve Ümmü Seleme’dir. Kızları, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatma idi. Zeyneb’in oğlu Ümame bint el Rabi’yi öyle çok seviyordu ki Mekke’nin fethi kampanyasında onu devesinin sırtında taşıdı. Fatma ona en yakın evladıydı. Peygamber’in ölümünden altı ay sonra üzüntüsünden öldü.
Yaşamındaki eğitici rollerini anlatarak, “Risalet görevinde Peygamber’e en yakın kişiler muhtemelen bu kadınlardı” diyor Dr. Crow.
Kur’an’dan (7:189) alıntı yapıyor: “O, o zattır ki, sizi tek bir nefisten yarattı ondan da eşini var etti ki gönlü bununla sükûnet bulsun.” “İçimizdeki benliğimiz ne erkektir ne de kadın” sözünü tekrarlarken, sufi yol göstericinin rolünü bir anneye benzeterek Arapça’da nefis kelimesinin müennes (dişi) olduğuna dikkat çekiyor.
Yol göstericiyi, bizi yetiştiren, eksik taraflarımızı anlamamıza yardımcı olan ve iki ayağımız üzerinde yürüyene kadar bizi izleyen bir anne gibi tarif ederek “Annenin çocuğunu emzirmesi gibi mürşid de bizim ruhumuzu besler,” diyor.
Konferans sonuna yaklaşmaktadır va Cemalnur sonuncu konuşmacıdır. Tasavvufu en iyi yaşayan temsilcisi olarak podyumun arkasında durmaktadır. Bir gün önce bana “Öğrencilerimi çok seviyorum” demişti. Aldığı alkıştan bu duygunun karşılıklı olduğunu anlıyorum.
Türkçe konuşuyor. Tercüman onun duygularını İngilizce’ye çevirmek için çabalarken, sonunda kulaklıklarımı çıkarıyorum. Bugün dinlediğimiz onbeş konuşmacıdan uzak farkla en canlı konuşmacı. Kalemimi bırakıyor ve gözlerimi kapatıyorum. Tek kelime Türkçe konuşamam. Ama sesindeki birşey herhangi bir konuşmanın söyleyebileceğinden fazlasını söylüyor.
Kalbin lisanının hiç bir sınırı yoktur ve hiç bir engel tanımaz derler. Cemalnur sahnede çiçeklerin arasında durduğu sürece ağlama seslerinin amfide giderek artması ile, lisanın önemsiz olduğunu fark ediyorum.
Kimya mühendisliği eğitimi almış olan Cemalnur, tasavvuf yoluna çıkmadan önce yirmi sene lisede kimya öğretmenliği yaptı. “Sufi bir ailenin içine doğmuştum ama kendi yolumu kendim bulmalıydım” diyor. “Bunun için felsefe ile başladım. Sartre ve Nietzsche okudum. İkisini de sevdim ama hayal kırıklığına uğradım. Bütün bu felsefeciler mutsuzdu çünkü söylediklerini uygulamıyorlardı. Sonra Mevlâna’yı keşfettim ve artık hayatım eskisi gibi hiç olmadı.”
Cemalnur bugün, Mesnevi ve Fihi Mafih’i otuz senedir, Kur’an’ı da on senedir çalışıyor ve öğretiyor. Mevlâna’nın aşk, barış ve hoşgörü mesajlarını anlatmak için yurt dışında yaptığı konuşmaları onu Avrupa’ya ve Amerika’ya taşımış. “İnsanlar tasavvufun mesajını anlıyor, dünyada birliği sağlayacak şey tasavvuf” diyor.
Bir defasında Mevlâna, “Ben ne doğudan ne de batıdanım” demişti. “Yerim yersizlik, izi olmayan iz, ne vücut ne ruh. Ben sevgiliye aitim. İki dünyayı bir olarak gördüm ve hatırladığım ve bildiğim bu birdir.”
Cemalnur’un taşıdığı da bu mesajdır; milletler, dinler ve cinsiyetler arasındaki farklılıkları eritmek... Mevlâna’nın eşsiz mesajından ilham alan Cemalnur, evrenseli, kendi inancını terk ederek değil, kendi içinde bütün inançların özünü bularak aramaktadır.
İnancının halk boyutuna da saygı gösteren dini bütün bir müslüman olarak Cemalnur, bir inanca bağlılığın, eğer gerçek ve samimi bir şekilde uygulanıyorsa, diğer tüm inançlara da saygı göstermenin en zarif yöntemi olduğuna inanıyor. Onun felsefesinin özü denge-zat ile cisim, madde ile mana, dişi ile erkek arasında bir denge...”Bugün bir kadın mistik olmak dünyayı terk etmek anlamına gelmiyor” diyor.
Dünyadan vazgeçmek çok kolay. Tasavvuf din ve dünyanın önemini –ilahî olanla dünyevî olanı dengelemeyi– öğretiyor. Dünyada olmak ama onun olmamak, cennetlerden ilim ve hikmeti alıp onu dünyaya iletmek, nihayet tasavvufun özüdür. “Tasavvufu kendi maddi yaşamı ile birleştiremeyen bir çok insan var” diyor Cemalnur. “Bu fikirde olmamaları için yalvarıyorum. Öğretmenlerim, tasavvufun herkes tarafından yaşanabilecek bir yaşam tarzı olduğunu bana gösterdiler.”
İslâm’ın esaslarına sadık kalan Cemalnur, sufi gelenekleri dahil birçok âdetlerde de ayrılıyor. Örneğin, farklı tarikatlara inanmıyor ve “Biz bütün tarikatlara bağlı olmalıyız” diyor.
Aynı şekilde, mürşidler hakkındaki geleneksel bakış açılarına ve müridlerin öğretmenlerinin elinde pasif bir ölü gibi olması inancına da meydan okuyor. “Benim grubumda, sadece mürşidden değil, herkesten öğreniriz” diyor. Her kim bizim içimizi güzelleştirebiliyor ve tasavvufla ilgili ders veriyorsa o bir mürşiddir” diyor. Anlayamayanlar için de açık bir şekilde anlatıyor: “Hepimiz burada öğretmeniz.”
En radikal olarak da, kadınların hala nasıl göründükleri ve ne giydikleri ile değerlendirildikleri bir toplumda, kendin gibi olmamayı reddediyor. Batılı görüntüsü, onun bir çok dindar için kabul edilebilir olmasını engelliyor. Ancak onunla konuşma gayretini gösterenler, onun, dindar olma iddiasında olan bir çok insandan çok daha fazla şeriata bağlı olduğunu öğreniyorlar.
Konferanstan bir kaç gün sonra Fatih semtindeki sufi dergâhlarından birinde bir Rifai zikrine davet edildim. Tasavvufun Türkiye’de resmî olarak yasak olduğunu öğreniyorum. Tasavvufa karşı bu mücadelenin nasıl da kaybedilen bir uğraş olduğunu düşünüyorum. İnsanları Allah’ı sevmekten nasıl alakoyabilirsiniz?
Dergâhın içinde erkeklerin bir sıra halinde ayakta durdukları ve Allah’ın sıfatlarını bir melodi eşliğinde söyledikleri bir avlu var. Bunu yaparken bel ve dizlerden eğiliyor bir taraftan diğerine salınıyorlar. Etrafını çevreleyen verandada kadınlar oturuyor –sessiz izleyiciler olarak değil, aşırı derecede sesli katılımcılar olarak. Pakistan’da katıldığım kadınların sessiz kaldığı tecrit edilmiş bazı zikirleri düşünüyorum.
Sonra, öğrencileriyle çevrelenmiş Cemalnur’a bakıyorum. Onlarla elele tutuşmuş olarak bir yandan diğerine sallanıyorlar. Beynimden kadın mistik görüntüleri geçiyor –sessiz, kayıtsız ve tesettürlü. Ve Cemalnur, gözleri kapalı, yüzünde kocaman bir gülümseme, simsiyah saçları omuzuna dökülmüş, kelimenin tam anlamıyla, zevk içinde dans ediyor. Eğer fenanın bir yüzü olsaydı böyle olurdu.
Onun, kadınların ne giydiği ve nasıl göründüğü ile insanların çok fazla ilgili olduklarını söylediğini hatırlıyorum. Kelimeleri kulağımda çınlıyor: “Her şey kalbinde ne olduğundan ibaret.”
Dışarıda kar yağıyor ama içerdekinden daha sıcak, daha samimi bir yer olması mümkün değil. Sarı gülü düşünüyorum. Canlı kalmasına hiç şaşmıyorum.
(Bu metin Elixir Dergisinin ikinci sayısında yayınlanmış olan İngilizce aslından tercüme edilmiştir.)