Ken’an Rifai her insanın bütün yaradılmışları muhabbetle sevmesini, komşularına kibar ve müşfik muamele etmesini, fakirlere cömert davranmasını ve yabancılara kapısını açık tutmasını istediği gibi sözüne sadık ve daima hakikatin müdafii olmasını da istiyordu.
Bir gün meclisten birinin gelişi güzel bir söz söylemesi üzerine:
_”Söylediğiniz sözün nigâhbânı, gözcüsü olunuz ve düşünmeyerek söz söylemeyiniz!” diyerek sözün ehemmiyetini belirtmiştir.
*
Ken’an Rifai için söz büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Verilmiş bir sözü yerine getirmek için adeta imkansızlıkları mümkün kılmaya çalışır. Onun ağzından yapamayacağını zannetiği en küçük, en ehemmiyetsiz bir mesele için bir tek kelime çıktığını duymadık. “Birine bir söz verdiğiniz zaman o sözü Allah’a vermiş oluyorsunuz, onun için dikkatli konuşun, söz çok mühim şeydir”ihtarını etrafına sık sık tekrarlamak mecburiyetinde kalıyordu.
*
Ken’an Rifai sözle fiili birbirinden ayırmıyor ve bilhassa her ikisindeki niyet üzerinde duruyordu.
Mesnevî’den mahz-ı hayır, mahz-ı şer mevcut olmadığı hakkında bir parça okunuyordu.
_ “Mutlak hayır, mutlak şer yoktur; sana zararlı görünen bir şey, belki başkalarınca hayırlıdır. Diğerleri için hayırlı olan bir şey de senin için zararlı olabilir.
Eğer bir gözde ayıp görücü nazar varsa, sen ne kadar dürüst hareket etsen de yine onu ilzam edemezsin. Hattâ uçsan bile eğri uçuyor! Der. Çünkü gözünde garez mevcuttur. Halbuki iyi gören bir göz, mutlak her şeyde bir güzellik bulur.
İnsan münasebetlerinde çok mühim bir yeri olan tarafsızlık esası üzerinde ehemmiyetle duruyordu. Şu hadisi beraberce okuyalım: Hizmetinizde bulunanlara evlâdınız gibi muamele ediniz ve onlara güçlerinden fazla hizmet teklif etmeyiniz ki, onların da bedenleri et ve kandan ibarettir. Ve onlar da sizin gibi insandır. Onlara zulmedenlerin hasmı Allah’tır. Bu noktadan hareket ederek her mağdur olana elini uzatmış, her haksızlığa kendi bağrını gönüllü bir siper etmiştir. Evinde çalışan insanların, yakınlarından biri tarafından haksız bir muameleye tabi tutulmasına hiç bir zaman müsaade etmezdi. “Her günah, her kabahat affolunur, fakat kul hakkı asla..” diyordu.
*
Ehl-i Beyt sevgisinden konuşulurken, Hocamız, o saadetli devrin şu vak’asını anlattı:
_”Bir gün Hazret-i Hüseyin evlatlarıyla yemek yerken, köle elindeki sıcak çorbayı Hazret’in üstüne döktü. Kaynar çorbadan vücudu müteessir olmuştu. Köleye bir şey söylemedi; fakat yüzüne sertçe baktı. Köle suçlu ise de hem arif, hem de lutuf ile muamele görmeye alışık olduğundan hemen: Allah öfkesini yenenleri sever, ayetini okudu. Hazret-i Hüseyin derhal: “Gayzımı yendim” buyurdu. Bundan cesaret alan köle, bu defa da: Allah affedenleri sever ayeti ile sözüne devam edince, Hazret-i Hüseyin yine tereddütsüz: “Seni affettim,” cevabını verdi. Köle iyice yüz bulmuştu: Allah ihsan edenleri sever ayetini de okuyunca Hazret-i Hüseyin büyük bir cömertlik ve anlayışla: “Seni azat ettim ya köle!” buyurdu.
İşte Ehl-i Beyt’i sevmek, onların yoluna gitmek demektir. Yoksa kuru kuruya muhabbet iddiasında bulunmanın hiçbir faydası olmaz. Düşünün ki kölelik müessesesinin hüküm sürdüğü bir devirde, hizmetkarına karşı geniş haklara sahip olan bir efendi, karşısında o hizmetkar, sevabı dolayısıyla değil, günahı sebebiyle hem affa mazhar oluyor, hem de hürriyetine kavuşuyor.
*
Zulüm, bir şeyi kendi mevziine koymamaktır, demiştik. O halde adalet de bunun zıddı demek oluyor.”
*
Dost ancak, Buda’lar, Sokrat’lar, Eflatun’lar, Mark Orel’ler, Kadiri’ler, Rifai’ler, Mevlânâ’lar, Bayramî’ler gibi sultanlar ve bunlara tâbi olanlardan başkası değildir.”
*
_ “Bugün mektepte çocuklara şu sözleri yazdırdım:
Bir kimse fena düşündüğümden veya fena hareket ettiğimden dolayı beni muaheze ederse, bu hatadan kendimi tashih etmek için zevk duyarım. Çünkü ben kimsenin yolunu şaşırtmamış olan hakikati ararım. Fakat hatamda ve cehaletimde ısrar edersem hakikaten yolumu şaşırmış olurum.
Bu sözler üzerine şöyle düşündüm: Bir insanın büyüklerine karşı bir hatada bulunduktan sonra, işlediği bu kusurdan dolayı (beni affet) demesi gülünçtür. Bu böyle olduğu gibi bir insanın bir hatada bulunduktan sonra Allah’a (Ya Rabbi beni affet!) demesi de aynı yola çıkar.
Allah’ından af taleb edeceğine, bu hatayı yaptığından dolayı sen kendi kendini affet ve muaheze et. Ben bu hatayı nasıl işledim de ve aynı hataya bir daha avdet etmemek üzere kendine Allah’tan kuvvet talep et. Çünkü kendini affetmek demek bir daha o hatayı yapmamak demektir ve sen kendi kendinden fetvayı alarak kendini affedersen elbette Allah da seni affeder.”
*
_Bir kimse aleyhimde bulunsa kendimi nasıl müdafaa edeyim?
_”Bunu dervişlikçe mi yoksa insanlıkça mı soruyorsun? İnsanlıkçası kısasa kısastır. Yani, sen de ona söylersin.
Dervişlikçesi sabırdır. Bende bu fena huyu görmeseydi söylemezdi dersin. Yahut, bir hikmet tahtında söylemiştir, dersin veyahut, ileride yapacağım bir kusurum için ikazdır, beni ikaz etmek, uyandırmak için Allah tarafından söyletildi, dersin.”
*
Gidin mezarlara söyleyin: Ya eyyühe’l-kubur! Hani sizin aşklarınız, muhabbetleriniz, hani birbirinizi çekememezliğiniz, hasedleriniz, kibirleriniz, güzellikleriniz, hani nerede? Söylesenize bana? Hepsinde derin bir sükût!
İşte insan bunu biliyor da yine gafletten fâriğ olmuyor.