Bir profesör hocamı merak ederek benimle görüşmek istemiş. Hocama ilettim, görüşmemi söyledi ancak ben bir türlü harekete geçemedim daha doğrusu buna cesaret edemedim. “Siz bu öğretiden ne fayda sağladınız, sizde ne değişiklik oldu?” derse ne cevap verecektim. Evet dayanabildiğim, hatta hiç üzülmeden geçiştirilen hadiseler pek çoktu ama gücümü tüketecek derecede zorlu bir hadiseyle karşılaşmamıştım ki. Hadiseler bazen yaz gibi bunaltıyor, bazen kış gibi sarsıyor, bazen de bahar günleri gibi tatlı bir rehavet veriyordu. Ancak hiç biri tabiatımı bozmuyordu çünkü hepsi onun yapısına uygundu. Geliyor ve bir süre sonra yerini diğerine bırakıyordu.
Nihayet şimdiye kadar yaşamadığım bir patlamayla karşılaştım, o, dingin kalmayı başaran tabiatın altında meğer lavlar varmış. Müthiş bir patlamayla dışarı fışkırdı, öyle büyük bir güçle karşılaştım ki durduramıyordum. İçimde belki yüzyıllardır uyuyup duran o ateş benden kurtulmuş, beni yakmaktaydı. İçinde neler yoktu ki öfkeler, hayal kırıklıkları, kinler, gazaplar, gıybetler, isyanlar.. daha neler neler…
Önce şoka uğradım, bütün bunlar benim içimde nasıl barınmış, dışarı çıkacak günü sabırla nasıl beklemişlerdi. Bunlar nasıl bana ait olabilirdi. Bir gece boyunca fiziksel olarak hasta oldum. Hocam bunları benden beklemezdi dedim. Özür dilemeliyim dedim. Hayır özür dileyemezdim. Kuru, içi boş bir özür yetmezdi. Onun öğrettiklerinin esas maksadını ortaya koymam lazımdı. Her şeye rağmen, kendime rağmen huzuru tekrar yakalamalıydım.
Önce hocam bunları benden beklemezdi fikrinden vazgeçtim. Evet o, bunları benden beklerdi. Benim kusurlu bir kul olduğumu ben bilmezken o biliyordu ki beni eğitmek için kucaklamıştı. O bana affedici olmayı öğrettiğine göre emniyetteydim, o beni her zaman sarıp sarmalayacak, tedavi edecekti. Bu patlamayı onun yanında yaşamakla ne kadar şanslıydım. Çünkü hayal kırıklığı, üzüntü, kızgınlık belki onda da olabilirdi ama bizlerden farklı olarak rahmetin gazabı örttüğünü yaşantısında daima bize göstermişti. O gerçek dosttu, ben şimdiye kadar kendimi olduğum gibi kabul edemezken, o beni kabul etmişti. Bendeki rahmetin, yine bendeki gazabı örtmesinin yollarını öğretip durmuştu. Ama ben bu güne kadar kendimdeki gazabı görmemezlikten gelmiştim.
Çok acı başlayan bu hadise gittikçe tatlılaşmaya başladı. Madem ki ben bunları yapmıştım şimdi kimi ayıplayabilirdim ki? Sanki birden bire cümle alemle gerçek bir barış imzalamıştım. Daha önce yine barış içinde olduğumu sanıyordum ama, şimdi anladım ki bu hal şeytanın meleklerle kavgalı olmamasına benziyordu. Ben insanların sadece iyi taraflarına gözümü dikiyor, diğer yarılarını zihnimde yok ederek onları melekleştiriyor ve o uyduruk melekleri seviyordum. Ama onlar insandı ve şeytanın itirazına sebep olan kötü tarafları da vardı. Şimdi o taraflarını da kabul ediyorum çünkü onlar bende de var. Onları affetmiyorum, onları olduğu gibi kabul ediyorum. Ve şimdi anlıyorum ki eskiden ben kendimi affedici zannederken Tanrıcılık oynuyormuşum. Affetmek benim haddim değilmiş. Affedenin kusursuz olması gerekirmiş.
Yaşadıklarıma pişman değilim. Kendimi kabul ettim. Ben melek değilim, ben insanım diye haykırmak geliyor içimden. İçimden çıkan ateşler belki beni yaktı ama beni özgür kıldı. Belki yaktı kül etti ama BENİM HOCAM VAR, BİR ÜFLERSE ZÜMRÜTÜ ANKA KUŞU GİBİ KÜLLERİMDEN YENİDEN DOÐARIM.
(KENDİME BİR HATIRLATMA: Yeniden de doğsan kusursuz olmayı bekleme)
İstanbul – 8 Mart 2007